Ocak

Ocak kelimesinin kökü ‘ateş’ anlamına gelen Eski Türkçe ‘od/ot’ kelimesinden geliyor. ‘Od’ ve onu bir alete dönüştüren “-çak” ekinden oluşan “otçak” kelimesi, evrilerek günümüzdeki “ocak” halini almış ve ‘ateş yakılan yer’ anlamında kullanılıyor.

Türk Kültüründe önemli bir sembol olan ocak, geleneksel Türk evlerinde evin tam ortasındadır ve evin kalbidir. Eski Türk Kültüründe, evin ve soyun devamlılığının ispatı olarak düşünülüp kutsal kabul edilir.

Yakut Türklerine göre aile ocağı, söndürülmemesi gereken kutsal bir ateştir ve aile ocağını koruyan kutsal bir ruh vardır. Ocakta yanan mas ağacı (meşe) da kutsal bir ağaç olarak görülür ve mitolojide çeşitli şekillerde yer alır. Eski Türk törelerine göre yuvanın simgesi ve ailenin sürekliliğinin güvencesi olan ateşin cinsiyetinin erkek olduğuna ve evin küçük oğlunun babasının evinde oturarak baba ocağını devam ettirdiğine inanılır. Bunun için de en küçük çocuklara ‘Od-Tigin’ yani ateş veya ocak beyi denirdi ve bunlar töreye göre hükümdar olamazlardı.

Türk, Altay ve Tatar mitolojilerinde Ateş Tanrıçası olarak yer bulan ‘Od Ana’, ocağı ve içindeki ateşi korur. Kırmızılar giymiş yaşlı bir kadındır. Ateşin yalımıyla dalgalanan kırmızı ipekten bir kaftanı vardır. Genç al bir kısrak üzerinde gezinir. Uzun kırmızı saçları vardır, saçları örülüdür ve ateşin yalımlarını simgeler. Kırık Baştu Kıs Ene, Odus Baştu Ot Ene olarak tanımlanır.

Od Ana, her ocağa bir İye (koruyucu ruh) gönderir. Yedi oğlu vardır ve yedisi de Ateş Tanrısıdır. Yeryüzündeki ilk ocağı Ülgen’in kızları yakmıştır. Sonra da Od Ana’ya emanet etmiştir. Dokuz ateş ırmağının kavşağında dokuz köşeli bakır bir evde yaşar. Evin, ülkenin koruyuculuğunu da simgeler. Kendi çocuğunu yediği söylenir. Bu durum ateşin alçalıp azalan yalımlı tabiatını çağrıştırır. Gök yerden ayrılırken yaratılmıştır. Moğollarda evliliği simgeler. Karaçaylarda Teb Ana biçimi kullanılmaktadır ve Tabıtı adlı İskit Ocak Tanrısı ile bağlantılıdır.

Manas Destanı’nda geçen bir adete göre, eve yeni gelin olarak gelen kız, kocasının aile ocağına selam verir. Bu anekdot ocağa gösterilen saygı açısından önemlidir. Bu uygulama Anadolu’da zaman içerisinde ocağa hamur yapıştırma sekline dönüşmüştür.

Türk kültüründe oldukça önemli bir yeri olan aile ocağı, aile sofrası gibi kavramlar İslamiyetten sonra da önemini korumuştur. “Ocağın hiç sönmesin” diye iyi dileklerde bulunulur. Tasavvuf Terimleri Sözlüğü’nde de “Lisan-ı tarikatte, ocağı söndürün denmez; ocağı dinlendirin denir. Ocağı yakın denmez; ocağı uyandırın denir.” şeklinde açıklamalarda bulunulmuştur.

OCAK AYINDA YETİŞEN SEBZELER

Bal Kabağı, Brokoli, Brüksel Lahanası, Havuç, Ispanak, Karnabahar, Kereviz, Kıvırcık Marul, Lahana, Mor Lahana, Pancar, Pazı, Pırasa, Şalgam, Turp

OCAK AYINDA YETİŞEN MEYVELER

Ayva, Elma, Greyfurt, Kış Armudu, Mandalina, Muz, Nar, Portakal

OCAK AYINDA AVLANAN BALIKLAR

Çinekop, Çipura, Dil (Pisi), Fangri, Gümüş, Hamsi, Hani, İskorpit, İspari, İstavrit, Kalkan, Karagöz, Kefal, Kılıç, Kırlangıç, Kofana, Kolyoz, Kupes, Lahos, Levrek, Lüfer, Melanur, Mercan, Mezgit, Orfoz, Palamut, Sarpa, Sinarit, Tekir, Tirsi, Trança, Torik, Uskumru, Zargana

Bİ’ NOT

Sebze suyu, tavuk suyu veya et suyu ile hazırlayabileceğimiz, içeriğini baklagiller, kuru meyve ve yemişlerle zenginleştireceğimiz, bağışıklık sistemimizi güçlendirecek besinleri tüketmek, kış aylarını sağlıklı bir şekilde geçirmek açısından önemlidir.

    Yararlanılan Kaynaklar:
    *Etimoloji Türkçe. Ocak. https://www.etimolojiturkce.com/kelime/ocak (Erişim tarihi: 25 Aralık 2020).
    *Karakurt, Deniz. Türk Söylence Sözlüğü. Türkiye: e-kitap, 2011.
    *Sandıkçıoğlu, Tolunay. Haşim, Şahin. Vedat, Başaran. Osman, Güldemir. Özge, Samancı. Fikret, Soner. Alev, Dündar Arıkan. Türk Mutfak Kültürü. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi, 2018.

ÖZKAYNAKLAR MESELESİ

Ben küçük bir kızken, okulda, Türkiye’nin kendi kendine yetebilen bir ülke olduğunu, yedi bölgesinde türlü sebze ve meyve yetiştiğini, hayvancılığın ülke genelinde yaygın bir geçim kaynağı olduğunu öğrenmiştik. O zamanlar öğretmeni, velisi, öğrencisi herkesin büyük önem verdiği Yerli Malı Haftaları kutlanırdı. Şimdi kutlanıyor mudur, kutlanıyorsa da eskisi kadar şenlikli geçiyor mudur bilmiyorum. Hoş zaten artık kendi kendimize de yetemiyoruz.

Kaynakların insan popülasyonuna oranı, tüketim hızı, yeni araştırma ve keşifler, ekonomik nedenler ve ülkelerin değişen tarım politikaları sonucunda gıda sektöründe de birtakım gelişmeler meydana geldi. Gerçekliği tartışılır olsa da, gıdaların üretimi hakkında zaman zaman çıkan haberler bize yediğimiz içtiğimiz hemen her şeyin sağlıklı olup olmadığını sorgulatır hale geldi. Özellikle son yıllarda toplumumuz bu konularda bilinçlendi ve artık sunulan gıdanın nereden geldiğini, kim tarafından yetiştirildiğini, ne şekilde yetiştirildiğini takip etmeye başladı. İnsanlar artık doğal ve yerli olanı tüketmek istiyorlar.

Son yıllarda dünya genelinde olduğu gibi ülkemizde de konuyla ilgili farkındalık yaratma çalışmalarına başlandı. Bunların başlangıcı da bir avuç dertli vatandaşımıza dayanıyor. Bu insanlardan bazıları hali hazırdaki işlerini bıraktı, kentten köye göç etti ve ekip biçmeye, hayvan yetiştirmeye başladı. Bazıları gıda sektörünü, üretim tesislerini, restorancılığı ve aşçılığı yeniden dizayn etmeye çalışıyor. Bazıları ise bilimsel çalışmalarla katkı sunuyor. Bu çabalara ek olarak konuyla ilgili devlet teşvikleri de başlayınca, konunun önemi daha geniş kitlelerce anlaşılmaya başlandı.

Gerçek ve güvenilir gıdayı adil ve temiz bir şekilde insanlara ulaştırmak, olması gereken bir durumken maalesef artık bir meziyet haline geldi. Doğaya ve sağladığı kaynaklara saygı göstermemiz, biyoçeşitliliği korumak için yerel üreticiyi teşvik etmemiz ve onların geleneksel işleme tekniklerini sürdürmelerini sağlamamız gerektiğini savunuyorum. Yerel lezzetlere, dolayısıyla yerel üreticiye sahip çıkmanın da ancak adil üretim, adil alışveriş ve adil servis ile mümkün olacağı aşikar.

Hoyratça üretiyor ve tüketiyoruz. Ama şunu atlamayalım, dünya kaynakları sonsuz değil ve ekolojik denge bozulmaya devam ediyor. Bugün ekonomik endişelerle yaşadığımız dünyamızda yarın gıda ve su savaşları bekleniyor. Bozulan ekolojik denge, sağlığımızı da etkiliyor.

Gereğinden fazla tüketmek gereğinden fazla üretime neden oluyor. Üstelik bu tüketim sadece yiyerek de olmuyor. Maalesef çöpe giden gıda, boşa akan su, yok yere sarf edilen elektrik gibi sorunlarımız var. Eğer israfı önlemeye çalışacaksak, önce israf nedenlerini irdelemeliyiz. Toplum olarak talep oluşturmamız gerekiyor. Arz ve talep arasında denge oluşturmaya çalışmak yerine, tüketim alışkanlıklarımızı değiştirerek kontrollü üretime geçmek durumundayız. Yeme alışkanlıklarımızı değiştirmek bizler için belki de en kolay başlangıç noktasıdır. Mevsiminde, doğal tarım ürünleri ile beslenmek ve bunun talebini oluşturmak, arzın kontrolünü sağlayacaktır. Üretilecek ürün gamı azalacağı için hem üretici açısından bir miktar kolaylık sağlayacak hem de gıdanın besleyici içeriği artacağı için insan sağlığını da koruyacaktır.

Tarım ve Orman Bakanlığınca başlatılan “Gıdanı Koru” kampanyasını bu anlamda önemli bir gelişme olarak görmeliyiz. Kampanyanın web sitesinde, gıda israfı konusu etraflıca anlatılıyor, bireylerin kendi tüketim alışkanlıklarının farkına varmaları için gerekli bilgiler veriliyor ve israfı önlemede yardımcı olabilecek tavsiyelerde bulunuluyor.

Dört mevsimi yaşayan, üç tarafı denizlerle çevrili, coğrafyasında her şeyin yetişebildiği, doğal enerji üretimine uygun bir ülkede yaşıyoruz. Kaynaklarımızı yeterince kullanamıyor ve yönetemiyor oluşumuz bizim ayıbımız. Umarım toplum geneline yayılmaya başlayan bu farkındalık, hızlı bir şekilde sonuç verir ve bir an evvel her alanda özkaynaklarımıza dönüp israfı azaltarak kaliteli bir yaşam sürebiliriz.